Haberler

Yunanistan Ege’de oldu bitti peşinde

Ege’de tarihi sürece bakılacak olursa, Türkiye’nin daima mevcut statükoyu korumaya çalışan, Ege’de tansiyonu yükseltebilecek tek taraflı tasarruflardan kaçınan ve bunları kabul etmeyen bir duruş sergilediği aşikârdır.

Geçtiğimiz günlerde tekrar gündeme gelen ve Yunanistan Başbakanı Çipras’ın Yunan Meclisine sunmayı planladığı, Ege’de karasularını Girit ile Mora arasından başlayıp, aşamalı olarak on iki mile çıkarma teşebbüsleri Türkiye’nin dikkatinden kaçmadı ve Türkiye’nin haklarını göz ününde bulundurmadan yapılacak tek taraflı bir tasarrufun asla kabul edilmeyeceğinin altı çizildi. Uzun yıllardır iki ülke arasında çözülemeyen başlıca sorunlardan biri olan Ege karasuları konusunu incelemeden önce, karasularının hukuki durumu ve tarihsel gelişimine değinmekte yarar var.

Karasularının hukuki niteliği ve tarihsel gelişimi

Bir devletin karasuları, o devletin kara ülkesi üzerinde sahip olduğu egemenlik yetkisinin karaya bitişik ve belirli bir genişlikteki deniz alanlarında devamı olarak özetlenebilir. Günümüzde karasuları, devletin ülkesel bütünlüğüne dahil kabul edilmekte, karasularının üzerindeki hava sahası ile deniz yatağı ve toprak altını da kapsamaktadır. Karadaki egemenlikten farklı olarak, karasularında yabancı gemilere zararsız geçiş hakkı tanınmıştır. Uluslararası bir teamül kuralı olan zararsız geçiş hakkı uluslararası sözleşmelerle de güvence altına alınmıştır.

Tarihte devletlerin ülkelerini denizden gelebilecek tehlikelere karşı korumak amacıyla egemenlik yetkilerini denize doğru genişletmeleriyle doğan karasuları kavramının genişliği, 18. ve 19. yüzyılda, dönemin top menzili mesafesi göz önünde bulundurularak yaklaşık 3 deniz mili olarak uygulanmıştır. Ancak bu bağlayıcı bir kural haline gelmemiş, farklı uygulamalara da rastlanmıştır. 1930’larda başlayan karasularına uluslararası genel bir sınır getirme çabaları, ancak 1982’de imzalanan ve 1994’te yürürlüğe giren Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi (BMHDS) ile sonuca bağlanabilmiştir. Fakat günümüzde hâlâ muhtelif genişlikte karasuları uygulamaları yaygınca görülmektedir.

Yunanistan’ın Ege karasularını genişletme çabaları

Ege’yi kendi iç denizi gibi görüp tek başına sahiplenmek istediği görülen Yunanistan, Türkiye’ye en yakın Yunan adalarından başlayıp, Yunanistan anakarasına kadar olan alanda kara ve deniz alanlarının tamamını kapsayan yekpare bir ülkesel bütünlük anlayışını Türkiye’ye dayatmak istemektedir.

Lozan antlaşmasında iki ülke karasularının genişliğine ilişkin açık bir düzenleme yoktur ve o tarihte bu konuda ciddi bir münakaşa yaşanmamıştır. Fakat antlaşmanın genel muhtevasından hareketle, 3 mil esasından etkilenildiği söylenebilir.

1936’da Yunanistan tek taraflı olarak karasularını 6 mile çıkardığını ilan etmiştir. Bu tek taraflı tasarrufu kabul etmeyen ve Yunanistan’ı iki ülkenin menfaatlerini gözeten, dostane ve ortaklaşa bir çözüme davet eden Türkiye, Kıbrıs sorunun alevlenmesi ile 1964’te tek taraflı olarak kendi karasuları düzenlemesini hayata geçirmiştir.

1970’lerde aslen Ege kıta sahanlığı konusunda anlaşmazlıklar yaşayan iki ülke, karasularını 12 mile çıkarmaya izin veren 1982 BMDHS’nin imzalanması ve Yunanistan’ın bu sözleşmeyi imzalayıp karasularını 12 mile çıkarmak istemesi üzerine Ege’deki en ciddi sorunlarını bu konu etrafında yaşamaya başlamıştır.

Türkiye’nin yaklaşımı

Ege’de barışçıl, kalıcı ve adil bir çözüm için hakkaniyetin önemini, hakça bir paylaşımın gerekliliğini sürekli vurgulayan Türkiye, Ege’de tek taraflı değişikliklere sıcak bakmamaktadır. Ege’de tarihi sürece bakılacak olursa, Türkiye’nin daima mevcut statükoyu korumaya çalışan, Ege’de tansiyonu yükseltebilecek tek taraflı tasarruflardan kaçınan ve bunları kabul etmeyen bir duruş sergilediği aşikârdır. Buna karşın, 1930’lardan itibaren Ege’de egemenlik alanını Türkiye aleyhine genişletmeye çalışan hep Yunanistan olmuştur. Bu amaçla uluslararası hukuku keyfi şekilde araçsallaştırmaktan da çekinmemiştir.

BMDHS’nin getirdiği karasularında 12 deniz mili kuralına en başından beri karşı olan Türkiye, bu sözleşmeyi imzalamamış ve ısrarlı itirazcı olarak, oluşması muhtemel bir uluslararası teamül hukuku kuralına karşı da menfaatlerini güvenceye almıştır. BMHDS’nin imzalanmasına karşın 1982’de 2674 sayılı Karasuları Kanununu hazırlamış, genel kural olarak 6 mil karasuları genişliğini kabul etmiştir. İlgili denizin özelliklerine uygun olmak kaydıyla Bakanlar Kurulu bu sınırı yükseltmeye yetkili kılınmış ve bu minvalde Ege karasularımız 6, Akdeniz ve Karadeniz karasularımız 12 mil tayin edilmiştir.

BMHDS’nin 1994’te yürürlüğe girmesini müteakip, Yunanistan’ın 31 Mayıs 1995’te aldığı karasularını 6 milden 12 mile çıkarma kararına karşın Türkiye Ege’deki haklarını ve menfaatlerini sonuna kadar koruyacağını ilan eder nitelikte, Ege karasularını 12 mile çıkaran tek taraflı Yunan kararının uygulanmasını casus belli, yani savaş sebebi sayacağını 8 Haziran 1995 tarihli TBMM kararıyla açıkça belirtmiştir.

Deniz mili uygulamasının hukuki niteliği

Gerçekten, Yunanistan BMDHS’ye taraf bir devlet olarak sözleşmenin verdiği karasularını 12 mile kadar çıkarma hakkına sahiptir. Uluslararası Hukuk, karasularının genişliğini belirlemeyi devletin tek taraflı olarak kullandığı egemenlik yetkisinin bir parçası olarak düzenlemiştir. Ne var ki bu işlemin diğer devletleri bağlayıcı olması için ilgili devletlerin bu tek taraflı tasarrufu kabul etmesi gerekir. Türkiye böyle bir değişikliği tanımadığını ve tanımayacağını en başından beri kararlı şekilde belirtmektedir.

Öte yandan, BMHDS’nin getirdiği 12 mil sınırı ancak sözleşmeye taraf devletler için bağlayıcıdır. Türkiye BMHDS’ye taraf değildir. 12 mil sınırı ne mevcut bir uluslararası teamül kuralından doğmuş ne de hâlihazırda bir teamül kuralı haline gelmiştir. Nitekim uluslararası uygulamada hâlâ muhtelif karasuları genişliklerine rastlanmaktadır. 12 mil

karasuları uygulamasının bir teamül kuralı haline geldiği iddia edilse dahi, Türkiye BMHDS’nin müzakere sürecinden başlayarak, sürekli bu kurala karşı çıkmış ve uluslararası hukukta ‘ısrarlı itiraz’ olarak bilinen kurumun verdiği yetkiyle, gelecekte bu uygulamanın Uluslararası Teamül Hukukunun bir parçası haline gelmesi ihtimaline karşı da kendi menfaatlerini güvence altına almıştır. Dolayısıyla Türkiye’ye 12 mil karasuları genişliği dayatılması söz konusu olamaz. Nitekim 1951 tarihli İngiltere-Norveç Balıkçılık davasında Uluslararası Adalet Divanının ısrarlı itiraz kurumu hakkındaki görüşleri de Türkiye’yi destekler niteliktedir.

Unutulmaması gereken bir diğer husus da 12 mil karasuyu sınırının her zaman uygulanması gereken bir zorunluluk değil ancak aşılması yasaklanan azami bir sınır olduğudur.

Ege Denizinin özel durumu

BMHDS aslen okyanuslar temel alınarak hazırlanmış, genel düzenlemeler getiren bir sözleşmedir. Gerçekten de BMHDS’nin karasularının yanı sıra kıta sahanlığı, münhasır ekonomik bölge, bitişik bölge gibi deniz alanları için öngördüğü çok geniş alan sınırlamalarına bakılırsa bunların açık denizler için tasarlanmış kurallar olduğu görülür. Bu kuralların Ege Denizi gibi tarihte “Adalar Denizi” olarak bilinen, irili ufaklı yüzlerce adanın anakaraların içine kadar girdiği yarı kapalı denizlerde açık okyanuslardaki gibi uygulanması akla ve hakkaniyete uygun değildir. Ayrıca karasularının belirlenmesinde tek bir kural ya da sınırlama yerine birbiriyle yarışan ve birbirini tamamlayan pek çok kural ve uygulamanın var olduğu, bunların somut olayın gereklerine göre tatbik edilmesi gerektiği unutulmamalıdır.

BMHDS 122. Maddesi gereğince Ege yarı kapalı bir deniz kabul edilmektedir. Bu da 123. Maddede belirtilen yarı kapalı denizlere sahildar devletlerin tek taraflı işlemlerden kaçınıp iş birliği yapması gerekliliğini Yunanistan için bağlayıcı kılmaktadır.

BMHDS 70. Madde çerçevesinde, Ege Denizi özelinde, Türkiye coğrafi açıdan dezavantajlı ülke olarak nitelendirilmelidir. Jeoloji ve jeofizik açısından Türk anakarasının doğal uzantısı olan ve Türk kıta sahanlığında bulunan pek çok ada ve kayalık siyasi olarak Yunanistan’ın egemenliği altındadır. Bunlar, Anadolu sahilini kuzeyden güneye çevrelemektedir. Türk ve Yunan anakaralarının büyüklüğü, iki ülkenin Ege Denizi kıyılarında yaşayan nüfusları, Türk anakarasının Yunan ada ve kayalıklarına oranı gibi etkenler karasularından kıta sahanlığına, münhasır ekonomik bölgeye kadar bütün deniz alanlarının bölünmesinde hakkaniyete uygun, adil bir çözümü zorunlu kılmaktadır. Nitekim İngiltere ile Fransa arasında Manş Denizinin bölüşülmesine ilişkin yapılan tahkimde, Fransa anakarasına yakın ufak İngiliz adalarının hakkaniyet gereği Fransa anakarasına göre daha az etki doğurması kararlaştırılmıştır.

Ege karasularının 6’dan 12 mile çıkması halinde yaklaşık yüzde 40 olan Yunan karasuları yüzde 70’lere yükselecek, açık deniz oranı yüzde 50’lerden yüzde 20’lere düşecektir. Buna karşılık Türkiye’nin karasularında ciddi bir artış meydana gelmeyecektir. Daha önemlisi Ege’de Akdeniz ile olan açık deniz bağlantımız kopacak ve ülke güvenliği açısından tehlikeli sonuçlar doğacaktır. Diğer yandan, karasularının üzerindeki hava sahası da ülke egemenliğine dahil kabul edildiği için Ege’nin büyük bir kısmı Yunan hava sahasına dahil olacak, hâlihazırda devam eden FIR sorunları şiddetlenecektir.

Karasularının artması ihtimalinde Türk kıta sahanlığında bulunan pek çok bölge de zorunlu olarak Yunan hakimiyetine geçecek, mevcut Türk kıta sahanlığının yarısı el değiştirecektir.

Yunanistan’ın uluslararası hukuk ihlalleri

Yunanistan, Lozan ve 1947 Paris Antlaşmaları çerçevesinde silahsızlandırması gereken Doğu Ege Adaları ve On İki Adayı silahlandırmış, bu adalara çeşitli büyüklüklerde askeri üsler ve istihkamlar kurmuştur. Oysa ilgili antlaşmalar bu adalarda sadece güvenliği sağlamaya yetecek kadar kolluk kuvvetinin bulunmasına izin vermektedir. Yunanistan bu ihlallere gerekçe olarak antlaşmaların yapıldığı tarihlerdeki statükonun köklü biçimde değiştiğini, koşulların değişmesiyle antlaşmaların uygulanamaz hale gelmesini düzenleyen rebus sic stantibus ilkesi çerçevesinde artık bu yükümlülüklerle bağlı olmadığını iddia etmektedir. Böyle bir yorum Uluslararası Hukuk açısından hatalıdır. Yunanistan tek başına bu şartların değiştiğini ileri sürerek uluslararası sorumluluklarından kurtulamaz. Gerçekten de böyle bir yorum 1969 tarihli Viyana Antlaşmalar Hukuku Sözleşmesinin 62. Maddesine aykırıdır. Rebus sic stantibus ilkesinin doğru uygulaması, Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı öncesi köklü şekilde değişen şartlara yönelik olarak 1923 Lozan Boğazlar Sözleşmesini değiştiren 1936 Montrö Boğazlar Sözleşmesinde olduğu gibi ilgili ülkelerin hak ve yükümlülükleri yeniden gözetilerek yapılmalıdır.

BMDHS’nin 300. Maddesi hakkın kötüye kullanılmasını men etmektedir. Buna göre sözleşmeden doğan haklar iyi niyet çerçevesinde kullanılmalı ve diğer devletlerin egemenlik alanlarını ve haklarını suistimal etmek için kullanılmamalıdır. Türkiye’nin açık denizlerle ve kıta sahanlığının büyük bir kısmıyla bağlantısının kesilmesine sebep olacak tek taraflı bir değişiklik bu kuralı ihlal edecektir.

Şüphe yok ki Yunanistan Ege karasularını 12 mile çıkarabilmek için Türkiye’ye garanti vermekte oldukça eli açık davranmaktadır. Nitekim sürekli olarak Türk ticaret ve savaş gemilerinin zararsız geçişten yararlanabileceğini, iki ülkenin dost ve NATO müttefiki olduğunu, Yunan karasularının 12 mile çıkmasının Türkiye’ye tehdit oluşturmadığını iddia etmektedir. Yunanistan’ın garantisini verdiği zararsız geçiş hakkı zaten Uluslararası Teamül Hukukunun bir parçasıdır ve istemese de katlanması gereken bir yükümlülüktür. İki ülkenin de NATO üyesi olması Türkiye’nin Ege’deki haklarından feragat etmesini gerektirmemektedir. Kaldı ki, Kıbrıs konusunda yaşanan gerginlikler, Ege’deki mevcut FIR ve arama kurtarma bölgeleri anlaşmazlıkları, 90’lı yıllarda PKK ve günümüzde FETÖ mensuplarına karşı Yunanistan’ın sergilediği duruş, Yunanistan’ın güvenilirliği konusunda soru işaretlerine yol açmaktadır.

Son dönemlerde Yunanistan’ın Doğu Akdeniz deniz alanlarının paylaşılması konusunda da GKRY, İsrail ve Mısırla ortak hareket ederek Türkiye’yi saf dışı bırakma çabaları da ayrı bir sorundur.

Hukuki oldubittilere müsaade edilemez

Karasularının ilk ve temel çıkış nedeni ülke güvenliğini denizden gelebilecek tehlikelere karşı korumaktır. Yunanistan’ın Ege karasularını 6 milden 12 mile çıkarması Türkiye için büyük dezavantajlar ve vahim sonuçlar doğuracak bir gelişmedir. Nitekim Türkiye bu konudaki sözünü en başta söylemiş ve böyle bir eylemi casus belli sayacağını ilan etmiştir. Bu derece radikal bir karar, hukuki olarak savaşta olup olmama durumunu Yunanistan’ın tek taraflı tasarrufuna bağladığı gerekçesiyle sorgulanabilirse de diplomatik olarak Türkiye’nin kararlılığını gösteren ve yirmi yılı aşkın süredir Yunanistan’ı dizginleyen başarılı bir adım olduğu kabul edilmelidir.

Deniz Hukuku, değişime açık yapısıyla Uluslararası Hukukun en dinamik alanlarından biridir. Nitekim yüz yıl gibi Uluslararası Hukuk kurallarının doğması açısından kısa sayılabilecek bir sürede, karasularına ek olarak bitişik bölge, kıta sahanlığı, münhasır ekonomik bölge gibi yeni alanlar doğmuş, değişmiş ve teamül hukukunun bir parçası haline gelmiştir. Deniz hukukunun bu dinamik yapısı daima göz önünde bulundurulmalı ve sadece şu anki mevcut hukuki yapıya göre değil, gelecekte doğabilecek yeni deniz alanlarına, mevcut alanlardaki hakların çoğalması ihtimaline göre siyasi ve diplomatik adımlar atılmalıdır. Ege’de kendi çıkarları aleyhine atılacak adımlara taviz vermeyeceğini kararlılıkla ifade eden Türkiye’nin başlıca hassasiyeti, iki ülkenin de hak sahibi olduğu Ege’de hukuki oldubittilere müsaade edilmemesidir.

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu